6 Ekim 2011 Perşembe

Banu Gürsu (Değirmendere '99)

İki ileri bir geriydi adımlarım. Hep vardı sormak istediklerim ama korkuyordum duyacaklarımdan. Ben rahatça dinleyemezdim. Tanıyordum kendimi. Ağlar zırlar mahvederdim her şeyi…
Bugün o oturdu karşıma. Başladı anlatmaya…
“Ailem ve ben 99 depreminde binanın üstümüze yıkılmasından sonra darmadağın olduk. Herkes öldü, bir ben kaldım hayatta. O akşamı bunca yıla ve o zamanki küçük yaşıma rağmen dün gibi hatırlıyorum. Ben yaralı halde çıkarıldıktan sonra, etrafımdan sedyelerle taşınan ölü bedenleri ve yüzleri bile hatırlıyorum.  O akşam yaşadıklarımı hiçbir zaman unutamam. “
O devam ederken, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdım.  Garsona: “haydi ya, nerede bu kahveler” deyip; o anlık da olsa uzaklaşabileceğimi sandım hayatın gerçeklerinden.  O, yeniden anlatmaya başladığında, artık ağlıyordum…
“Herkes öldü, bir ben kaldım. Yaşamaya devam etmeliydim. Hiç ağlamadım, toparlanmam gerek diye düşündüm. Babam çıkardı beni o gece yıkılan binanın içinden. Annem, ablam, diğer akrabalarım herkes ölmüştü. Babam, annemi elleriyle gömdü. O yüzden o benden daha kötü haldeydi. Babama yeniden evlenmesini söyleyecek kadar bencillikten uzaktım. O da düzen kurmalıydı, mutlu olmayı hak ediyordu yeniden. Kimse unutmayacak o gece olanları. Babam da ben de unutmadık ama ikimiz de yaşamak zorundaydık.”
Araya girmek istedim o bed sesimle. Ağlarken bir yandan kabus gibi bir ses çıkarıyordum sorular sormaya, yorum yapmaya çalışırken. O bana moral veriyordu. Onun gücüne, olanları anlatışına ve hala ayakta kalışına hayran kalmıştım. Dünyanın en güçsüz insanıydım o an artık ben. Ne yaşamıştım ki? Benim acıtan aşk hikayelerim öyle değersizleşti ki o an. Kendime çok kızdım.
Asıl kaybetmek buydu işte. Benim kaybetmek sandığım şey, kaybetmek değilmiş.
Çok güzel anlattı her şeyi. Masmavi gözlerine bakıp dinliyordum ama içimden sadece isyan etmek geliyordu. Bunca şeyi o küçücük kız (12) yaşamıştı. Dinlemek bile dayanılmazdı ama o küçük kız, o gece oradaydı. Kafamda canlandırmaya gayret etmedim hiç. Çünkü her şey capcanlıydı o anlatırken.  Ve devam etti…
“Yaşayacak yer yoktu, kalacak ev de. Çünkü şehir tamamen yıkılmıştı. Ben de İstanbul’a, teyzeme gittim. Onlarla beraber yaşamaya başladım. Babamla görüşmeye devam ettim. Bir kadınla evlendi, denedi ama olmadı. Şimdi o da yalnız.”
Düzeni daha çok küçükken bozulan, annesini, ablasını ve daha birçok yakını kaybeden güzel bir kızı dinliyordum. Güzel ve bin kat güçlü etrafımdaki herkesten… Neler dönüyordu kafamda, nasıl acıyordu aslında kalbim, ne çok korkuyordum bilmiyordu. Sevdiklerim beni kızdırdığı zamanlarda dönüştüğüm saçma sapan kişiye acıyordum o konuştukça. Kendime öfkem büyüyordu. Kaybetmek ne demek, bilmediğimi çok iyi anlıyordum. Ben kaybeden olmamıştım.
O son cümlelerini ederken, ağladığım belli olmasın diye taktığım gözlüğü çıkardım. Tam gözlerinin içine baktım. Aslında ona öyle şeyler söylemek istiyordum ki… Gücüne hayran kaldığımı, bunca şeyi atlatıp, olaylardan binlerce ders çıkarabildiği için, hala yaşama sevincini kaybetmediği için, hala gülümseyebildiği için, ona yüce bir varlık olduğunu söylemek istedim. Ama hayır, hem büyük bir yumruk vardı midemde, hem de sesim titriyordu konuşamadım. Konuşursam yeniden ağlardım.
“Lütfen Tanrım” dedim masadan kalkarken. “Lütfen bu düzeni anlamama yardım et.”
Şimdi bunları benim kadar iyi anlayan birini bulamadığım için yazıyorum. Herhangi birini karşıma alıp, "o güzel gözlü kız bunları yaşamış, biliyor muydun" demek öylesine basitleştirecekti ki durumu. Kimseye anlatmadım ve yazdım.
Okurken bir kez daha düşündüm. Biz sahip olduklarımızın kıymetini biliyor muyuz? Tüm bu olanların farkında mıyız? Dünyaya geliş nedenimizi biliyor muyuz? Şükrediyor muyuz?
DY
05 Ekim 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder